DOÇ. DR. CAN CEYLÂN İLE RAMAZAN SOSYOLOJİSİ
Kastamonu Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Can Ceylân, Gazete Kampüs’ün sorularını yanıtladı. Doç. Dr. Ceylân, “Ramazan bize otuz günde terbiye veriyor. Biz bu otuz günde edindiğimiz alışkanlıkları on bir ayda da devam ettirelim diye.” ifadelerini kullandı.
Oruç tutmanın topluma faydası, Ramazan’ı daha iyi idrak edilmesi için önerileri, Ramazan ayının ve oruç ibâdetinin sosyolojideki yerini ve buna benzer birçok sorumuzun cevâbını almak için Kastamonu Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Can Ceylân ile röportaj gerçekleştirdik.
Ramazan ayını ve oruç ibâdetini sosyolojik anlamında nasıl yorumlarsınız?
Sosyolojik anlamda oruç kişisel bir ibâdet. Her ibâdetin olduğu gibi ama Ramazan’da oruç ibâdetinin sosyolojik bir paylaşımı da var. Oruç ibâdetini diğer ibâdetlerle kıyasladığımızda en çok toplumsal karşılığını görüyoruz. Mesela ezan okunduğunda herkes câmiye gitmeyebilir, Cuma günü herkes Cuma namazına gitmeyebilir. Ya da diğer ibâdetlerin yapıldığı belli olmaz, ama özellikle iftar saatlerinde bütün şehirlerde aynı anda trafiğin bitmesi, insanların işte aynı anda yemeğe başlaması bir toplumsal birliktelik getiriyor. “İftara çağırıyorum” denildiğinde “Kaçta gelelim?” diye sorulmaz. Yâni o şehirde iftar vakti neyse o bile bir ön bilgiyi gerektirir. Mânevî duygular daha çok ortaya çıktığı için yardımlaşma, insanların birbirlerinin hâllerinden anlama, birbirlerine daha iyi niyetli, daha toleranslı davranmak şekilleri ortaya çıkıyor. Bu, o ibâdeti yerine getirmeyen insanların da hissettiği ve katıldığı bir ortam. Yâni oruç tutsun tutmasın, Hristiyan bile olsa o toplumda oruç ayının olduğunu, Ramazan ayında neler yapıldığını kültürel olarak hisseder O kültürleri paylaşabilir. Bence orucun ibâdetlerinin ötesinde sosyolojik anlamı burada.
Oruç tutmanın topluma faydası nelerdir?
Şöyle deniyor, işte oruç tutarsak açların, yemek bulamayanların hâlinden anlarız ama öyle olsaydı oruç fakirlerin ve yemek bulamayanların yapması gereken bir ibâdet olmaktan çıkar. Yâni sâdece zenginler oruç tutsun ki fakirlerin halinden anlasın diye bir sonuç da ortaya çıkıyor. İnancın topluma yansıması birlik, beraberlik hissini de getirir. Ama o birlik berâberlik hissini biz başka olaylardan da mesela depremde de yaşıyoruz. Kişisel bir durum olduğunda da mahallemizde de yaşıyoruz veya ülke olarak ya da dünya olarak. Yâni şu anda Filistin’de yapılanları anlamamız için onların da oruç tutuyor olduğunu bilmemize gerek yok. Dolayısıyla toplumsal bir şeyi ibâdet açısından değil, sâdece bizim birlik ve berâberliğimizi sağlayan diğer olaylar gibi bir özelliği var.
Toplumun Ramazan’a olan ilgisini nasıl yorumluyorsunuz?
Bu hep soruluyor. Gençken şöyle yapıyordu, şöyle eğleniyorduk. Sahurda bunu yapıyorduk, iftarda bunu yapıyorduk vs. Ben bunları biraz daha gençken duyuyordum. Çünkü o zaman kış Ramazanları vardı. Şimdi de yavaş yavaş kışa geliyor. Bence orada eski Ramazanlara özlem yaz Ramazanlarında. Yâni iftardan sonra sahura kadar sokakta kalabileceğimiz mevsimlerin, hava şartlarının olduğu dönemler. Ve insanlar aynı duygu ve düşüncelerle yaşadıkları için ve bir de ne olursa olsun insan hep on yirmi yıl öncesini özler. Bunun da en bâriz ortaya çıktığı şey çok toplumsal olarak yaşandığı için iftarlara gidiliyor, alışveriş yapılıyor, Ramazan’a özel şeyler mesela güllaç tatlıları yapılıyor, hurmalar yeniyor. Dolayısıyla paylaşılan çok şey olduğu için sanki bunlar sâdece Ramazan’da yapılıyormuş gibi bir anlayış var. Böyle bir karşılığı oluyor Ramazan’ın. Ama 2024 yılındayız, belki on yıl önceki Ramazan’ı da özlüyoruz. 1980’deki Ramazanları yaşayanlar onları özlüyor. Ama 2034’te de 2024 Ramazanlarını özleyeceğiz.
Ramazan’ın eski dönemlerle günümüzdeki hâlini mukayese ettiğinizde neler söylersiniz?
Aynı olacağını düşünmüyorum, olması gerektiğini de düşünmüyorum. Değişim olması kaçınılmaz. Yâni biz dedelerimizin, babalarımızın, annelerimizin Ramazanlarını yaşamak zorunda değiliz, hatta yaşamamalıyız. Onlar da bizim farklı Ramazanlar yaşamamız gerektiğini kabul etmeli. O Ramazanlar dedelerimizin, babalarımızın, annelerimizin, âbilerimizin, amcalarımızın hatıralarında kalsın. Bizim kendi Ramazan hatıralarımız oluşsun. Yâni biz bir târih okur gibi Ramazan hatıraları oluşturmayalım diye düşünüyorum. Z kuşağının da Y kuşağının da, üniversitede ev arkadaşlığı yapanların, yurt arkadaşlığı yapanların da bir Ramazan hatırası olsun diye düşünüyorum. Sosyal târihimiz zenginleşsin, herkesin anlatacak bir şeyler olsun. Hep aynı şeyi anlatmayalım.
Ramazan’dan önceki ve Ramazan’daki zihin dünyânız ve ruh halinizde bir farklılık gösterdiğinizi düşünüyor musunuz? Düşünüyorsanız bunlar neler?
Düşünülmesine dâir bir telkin var. “Ramazan başladı artık şeytanlar bağlandı, herkes sevap işleyecek, günahlar azalacak”. Ramazan bize otuz günde terbiye veriyor. Biz bu otuz günde edindiğimiz alışkanlıkları on bir ayda da devam ettirelim diye. Mesela sosyal hoşgörü, toleranslı davranma veya yardımlaşma şeklinde, insanları yemeğe dâvet etme, komşuluk ilişkilerimizin Ramazan’dan sonra da devam ettirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Tabi en önemli insan dürtüsü beslenme üzerinden yapıldığı için, yâni yemiyorsun içmiyorsun diğer arzulara gem vuruyorsun. Aslında bu diğer zamanlarda da ne kadar yemek içmek ihtiyâcımız olduğunu anlamamıza vesile olmalı. Günde iki ekmek yemesek de, günde iki öğünle de doyuyormuşuz, üç tane hurma bir dilim pide bir tabak çorbayla da doyuyormuşuz. Dolayısıyla birçoğunu da çöpe atacak kadar yememeliyiz. Diğer arzularımıza gem vurmalıyız. Bunları yapabiliyorsak da yapmamalıyız diye düşünüyorum. Bir din psikoloğu rahmetli Ali Murat Daryal’ın şöyle bir tespiti var: “Orucun, yasaklandığı zaman yapmamaya alıştığımız şeyleri serbest olduğunda da yapmamaya alıştırma gibi terbiye edici bir özelliği var” Çok yemek, içmek zararlı. Bütün beslenme uzmanları bunu söylüyor. Biz Ramazan’da bunlara uymalıyız. Dolayısıyla bunu yapabiliyorken ve bu suç olmazken, dinî ifâdeyle “günah” olmazken bile dikkatli yapmalıyız, kendimize sınır koymalıyız. Kendi öz disiplinimizi sağlamalıyız.
Ramazan’ın daha iyi idrak edilmesi için önerileriniz nelerdir?
Burada sosyolojik olarak bizim şu kavramı gündeme getirmemiz de yarar var: Kültürün güncellenmesi. Bu kültürün güncellenmesinde din de var, geleneklerimiz, göreneklerimiz, âdetlerimiz var. Eskisi gibi annemizle, babamızla, dedelerimizle büyük sofralar kurulmuyor o reklamlardaki gibi. Bu zamanımızın bir gerçeği. Yâni nasıl yirmi katlı binâlar çirkin ama zamânımızın bir gerçeği. “Biz illa eskisi gibi âilemizle yiyeceğiz” diye ısrar edersek, şehir dışında okuyan bir öğrenci her iftarda âilesinin yanına mı gidecek? Ya da bir ay boyunca rapor alıp âilesiyle iftar mı yapacak? Bunlar bence toplumun yavaş yavaş ve kendi kendine başkaları yol göstermeden olması gerekir. Birilerinin empoze etmesiyle ortaya çıkartılacak zorlama bir tavır şeklinde olmamalı. Bizler daha iyi, daha rahat, sâdece yemek yemek için değil de, sosyal varlık olarak 2020, 2024, 2025’li yıllarda nasıl iftar yaparsak bunu sosyolojik olarak, sosyal, toplumsal anlamda karşılığını alırız. Sâdece karnımızı değil, gönlümüzü, ruhumuzu da doyurmuş oluruz. 2040’lı yıllarda ise 2024 ramazanlarını özleyeceğiz.
Sorunuzdaki öneriye daha net ve edebî bir cevap olarak Sezai Karakoç’un şu sözüyle bitirmek isterim:
“Oruç, insanın katıldığı, her yıl bir ay katıldığı bir ruh şölenidir. Üstün insanların dâvetlisi olduğu bir tabiatüstü ziyâfet, bir gök sofrasıdır.”
Şimdiden herkese hayırlı bayramlar diliyorum.
Röportaj: İnci Aldemir
Fotoğraf: Satınur Koç